İslamiyet’in Rolü Üzerine Tarihsel Bir Değerlendirme
Türk tarihi, binlerce yıllık bir devlet geleneği, askerî deha ve kültürel zenginlik üzerine kuruludur. Ancak bu görkemli tarihin içinde, çeşitli dönemlerde içten çöküşlere neden olan ihanet süreçleri ve kimlik karmaşaları da yaşanmıştır. Bu bağlamda, son 13 asırlık dönemde Türk yönetici sınıfının bir kesiminin, devlet otoritesini kişisel iktidara dönüştürerek saltanat rejimlerine yönelmesi, toplumsal parçalanmalara ve milletin kendi içinde çatışmalara sürüklenmesine neden olmuştur.
Bu süreçte dikkat çeken en önemli kırılmalardan biri, Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle birlikte yaşanan kimlik ve egemenlik dönüşümüdür. İslam dini, Arap Yarımadası’nda ortaya çıkmış ve hızla çevre coğrafyalara yayılmıştır. Bu yayılma sürecinde, özellikle Maveraünnehir ve Horasan gibi Türklerin yaşadığı bölgelerde ciddi çatışmalar yaşanmış, bu bölgelerdeki bazı olaylar tarihsel kaynaklara çelişkili biçimde aktarılmış veya yeterince incelenmemiştir. Bunlardan biri olarak gösterilen Talkan ve Curcan katliamları, bazı kaynaklara göre yüzbinlerce Türk’ün hunharca katledildiği, 10 binlerce Türk kadının ve kız çocuklarının kaçırıldığı ve bölgede büyük bir nüfus erozyonunun yaşandığı olaylardır. Ancak bu olaylar konusunda tarihsel veriler ya çarptırılmış ya da sümen altı edilmiştir. modern tarihçilik ise İslam zarar görür düşüncesiyle bu konuya hep mesafeli bakmıştır.
Kimi görüşlere göre, bu tür zoraki nüfus değişimleri sonucunda, artık ne Arap ne de Türk olduğu belli olmayan Arap-Türk karışımı kuşakların ortaya çıktığı ve bu kuşakların İslam’ı kalkan olarak kullanarak zamanla Türk devlet yapıları içinde etkin rol oynadığını öne sürmektedir. Bu noktada, kendisini "İslam'ın koruyucusu" olarak tanımlayan bu toplulukların, özünde Türk kimliğini zayıflatarak, Türk halkının içinden çıkan kadrolar aracılığıyla devletleri içeriden çökerttiği tezi savunulmaktadır. Bu iddiaya göre, bu topluluklar devletin temel ideolojik yapısını değiştirerek, Türk milletinin asli değerlerini ve egemenliğini zayıflatmışlardır. Buna en büyük 2. örnek ise,Yavuz Sultan Selim ve Halifelik dönemi gösterilmektedir.
Türk Milletine Yönelik Tarihsel olarak en büyük 2. Kırılma noktası
Yavuz Sultan Selim döneminde gerçekleşen ve “İslami devrim” olarak nitelendirilebilecek bu büyük değişim, Osmanlı Handen Ailesi'nin yalnızca yönetim biçimini değil, aynı zamanda Türk milletinin tarihsel yönünü de kökünden değiştirmiştir. 1517 yılında Memlükler'e karşı yapılan Ridaniye ve Mercidabık seferleriyle birlikte Osmanlı, halifelik makamını devralmış; böylece sultanlık yetkisiyle birlikte dinî otoriteyi de elinde toplayarak, tek merkezli ve zorbalık üzerine kurulu bir yönetim anlayışını kurumsallaştırmıştır.
Bu dönüşüm, görünüşte İslam dünyasını birleştirmek amacıyla yapılmış olsa da, derin yapısal sonuçları bakımından Türk milletine yönelik bir kırılma noktası olmuştur. Halifeliğin Osmanlı sultanlığıyla birleşmesi, devletin kimliğini bir Türk devleti olmaktan çıkarıp İslam ümmetine liderlik iddiası taşıyan bir yapıya büründürmüştür. Bu değişimle birlikte devletin meşruiyeti artık Türk töresi ve devlet geleneğinden değil, "dini otorite" üzerinden kurulmaya başlanmıştır.
Bu süreç, yalnızca ideolojik bir değişimle sınırlı kalmamış; aynı zamanda Anadolu coğrafyasında, Türklere ve Türk kimliğine karşı adeta bir savaş başlatmıştır. Özellikle Bektaşi Türkleri başta olmak üzere, farklı mezheplere-inançlara sahip tüm Türklere yönelik rejimin askerleri tarafından ağır askerî ve siyasî operasyonların da fitilini ateşlemiştir. Yavuz’un taht sevdası ve bu savda uğruna giriştiği Şah İsmail mücadelesi, yalnızca iki Türk devletinin savaşı değildir, aynı zamanda sınırları içinde yaşayıp da ve yavuza biat etmeyi ret eden yüzbinlerce Türkün ve Türkmen’in “iç düşman” ilan edilmesine neden olmuştur.
Bu bağlamda, Yavuz döneminden itibaren başlayan mezhepsel temizlik ve siyasi bastırma politikaları, ilerleyen yüzyıllarda da devam etmiş; Osmanlı’nın askerî gücü, Türk halkının önemli bir kesimine karşı kullanılmıştır. Bu iç baskı dönemi, bazı yorumlara göre yaklaşık 100 yıl süren sistematik bir kıyım ve sindirme sürecine dönüşmüştür. Ne var ki bu kanlı tarihsel sürecin gerçek mahiyeti, genellikle ya “etnik isyanlar” ya da “ekonomik sorunlar” şeklinde çarpıtılarak anlatılmış; dinî temelli ayrımcılık ve şiddetin üzeri örtülmüştür.
Osmanlı’nın İslam dünyasındaki liderlik iddiası uğruna yürüttüğü bu iç politikanın faturası doğrudan Türk milletine çıkmış, Türk milleti kendi öz topraklarında esir düşmüş zulüm görmüş, köyleri dağıtılmış, mezhebi yaftalanmış ve kimliği zayıflatılmıştır. Tüm bu olan biten, tarih kitaplarında çoğu zaman ya görmezden gelinmiş ya da “dini birlik ve beraberlik adına yapılması gerekenler” şeklinde meşrulaştırılmıştır.
Bugün bu süreci yeniden ele almak, geçmişin sorgulanması ve Türk milletinin tarihsel hafızasının iadesi açısından büyük önem taşımaktadır. Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Osmanlı’ya taşıması bir güç gösterisi olarak sunulsa da, bu adımın uzun vadeli etkileri Türklerin kendi iç bütünlüğünü zayıflatan, Türk milletinin devlet üzerindeki etkisini törpüleyen ve en korkuncu Türk nüfusunu eriterek yok eden bir sürecin başlangıcı olmuştur.
Buna karşın, Türk tarihinin akışını değiştiren ve bu iç sarsıntılara karşı milletin ruhunu yeniden ayağa kaldıran isimlerin başında, hiç kuşkusuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk gelir.
Atatürk: Türk Milletinin Tarihsel Hafızasında Doğan Bir Kurtarıcı
Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Osmanlı’ya taşımasıyla başlayan süreç, Türk milletini devlet içindeki asli kimliğinden uzaklaştırmış; Türk milleti, dinî gerekçelerle bastırılmış, devlet ise giderek halktan kopan bir saray rejimine dönüşmüştür. Bu baskıcı yönetim anlayışı, yalnızca mezhepsel ayrışmaları değil, aynı zamanda Türk milletinin akıl ve iradesini temsil eden geleneksel devlet anlayışının zayıflamasını da beraberinde getirmiştir.
Dört asır süren bu dini ve siyasi tutsaklık, Türk milletinin hafızasında derin yaralara yol açmış ve bu derin yaralar derin bir arayış yaratmıştır. Türk Millet artık sadece bir kurtarıcıyı değil, aynı zamanda kendi öz benliğini, aklını, töresini ve özgür iradesini temsil edecek bir Önder beklemektedir.
Ve o Önder, Gazi Mustafa Kemal Atatürk Olmuştur
Atatürk, Türk milletinin yüzyıllardır birikmiş özlemini, bilincini ve tarihsel hafızasını temsil eden bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştır. Onun sahneye çıkışı bir tesadüf veya "tepeden inme" bir devrim değildir. Tam tersine, Türk milleti onu görür görmez tanımış, geçmişin acılarını, bastırılmışlığını ve kimlik mücadelesini Atatürk’ün şahsında yeniden diriltmiştir. Bu yüzden Türk milleti ona tereddütsüz güvenmiş, etrafında kenetlenmiştir. Türk milleti, Atatürk'ü yalnızca bir asker ya da siyasi bir lider olarak değil; “akıl önderi” olarak benimsemiştir.
Ve ayrıca, Cumhuriyetin ilanı da öyle iç düşmanların manipüle ederek anlattığı gibi bir gecede masa başında alınmış bir karar hiç değildir. Cumhuriyeti kurma hayali Türk milletinin onlarca yıllardır içinde taşıdığı özgürlük arzusunun kurumsal bir ifadesidir. Atatürk bu iradeyi yalnızca dile getirmiş ve Türk milletinin zaten içinde büyüyen bu sesin sesi olmuştur.
Bugün hâlâ bu sesi bastırmak, bu tarihi gerçekliği çarpıtmak isteyenler Atatürk’ü karalamaya çalışsa da, Türk milleti Ulu Önder Atatürk'ü neden sevdiğini, neden sahiplendiğini çok iyi bilir. Çünkü Atatürk, sadece bir askeri deha ya da Cumhuriyeti ilan etmiş siyasi bir lider değil; Atatürk, Türk milletinin binlerce yıllık çelikleşmiş iradesini temsil eden ve emperyal tarihe verilmiş tarihsel bir cevaptır.