SİRİUS’un ÇOCUKLARI – Sistemi Sarsan Bir Hafıza Yolculuğu


 Hayatınız boyunca sırtınızda taşıdığınız, fakat size ait olmadığını bildiğiniz duyguların aslında kimden ve nereden geldiğini hiç düşündünüz mü?

Bu kitap sizi bilinçaltının derinliklerinden kolektif hafızaya, gölgelerden ışığa doğru sıra dışı bir yolculuğa çıkarıyor.

Okudukça kendinizle yüzleşecek, kırılganlığınızın aslında en büyük gücünüz olduğunu keşfedeceksiniz.

Sirius'un Çocukları artık yayında?

🟢 Shopier'den Al / Okumaya Başla

Türk Devlet Geleneğinde İç Sarsıntılar ve İhanet Süreci - Kırılma Noktaları

 İslamiyet’in Rolü Üzerine Tarihsel Bir Değerlendirme

Türk tarihi, binlerce yıllık bir devlet geleneği, askerî deha ve kültürel zenginlik üzerine kuruludur. Ancak bu görkemli tarihin içinde, çeşitli dönemlerde içten çöküşlere neden olan ihanet süreçleri ve kimlik karmaşaları da yaşanmıştır. Bu bağlamda, son 13 asırlık dönemde Türk yönetici sınıfının bir kesiminin, devlet otoritesini kişisel iktidara dönüştürerek saltanat rejimlerine yönelmesi, toplumsal parçalanmalara ve milletin kendi içinde çatışmalara sürüklenmesine neden olmuştur.

Bu süreçte dikkat çeken en önemli kırılmalardan biri, Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle birlikte yaşanan kimlik ve egemenlik dönüşümüdür. İslam dini, Arap Yarımadası’nda ortaya çıkmış ve hızla çevre coğrafyalara yayılmıştır. Bu yayılma sürecinde, özellikle Maveraünnehir ve Horasan gibi Türklerin yaşadığı bölgelerde ciddi çatışmalar yaşanmış, bu bölgelerdeki bazı olaylar tarihsel kaynaklara çelişkili biçimde aktarılmış veya yeterince incelenmemiştir. Bunlardan biri olarak gösterilen Talkan ve Curcan katliamları, bazı kaynaklara göre yüzbinlerce Türk’ün hunharca katledildiği, 10  binlerce Türk kadının ve kız çocuklarının kaçırıldığı ve bölgede büyük bir nüfus erozyonunun yaşandığı olaylardır. Ancak bu olaylar konusunda tarihsel veriler ya çarptırılmış ya da sümen altı edilmiştir. modern tarihçilik ise İslam zarar görür düşüncesiyle bu konuya hep mesafeli bakmıştır.

Kimi görüşlere göre, bu tür zoraki nüfus değişimleri sonucunda, artık ne Arap ne de Türk olduğu belli olmayan Arap-Türk karışımı kuşakların ortaya çıktığı ve bu kuşakların İslam’ı kalkan olarak kullanarak zamanla Türk devlet yapıları içinde etkin rol oynadığını öne sürmektedir. Bu noktada, kendisini "İslam'ın koruyucusu" olarak tanımlayan bu toplulukların, özünde Türk kimliğini zayıflatarak, Türk halkının içinden çıkan kadrolar aracılığıyla devletleri içeriden çökerttiği tezi savunulmaktadır. Bu iddiaya göre, bu topluluklar devletin temel ideolojik yapısını değiştirerek, Türk milletinin asli değerlerini ve egemenliğini zayıflatmışlardır. Buna en büyük 2. örnek ise,Yavuz Sultan Selim ve Halifelik dönemi gösterilmektedir. 

Türk Milletine Yönelik Tarihsel olarak en büyük 2. Kırılma noktası 

Yavuz Sultan Selim döneminde gerçekleşen ve “İslami devrim” olarak nitelendirilebilecek bu büyük değişim, Osmanlı Handen Ailesi'nin yalnızca yönetim biçimini değil, aynı zamanda Türk milletinin tarihsel yönünü de kökünden değiştirmiştir. 1517 yılında Memlükler'e karşı yapılan Ridaniye ve Mercidabık seferleriyle birlikte Osmanlı, halifelik makamını devralmış; böylece sultanlık yetkisiyle birlikte dinî otoriteyi de elinde toplayarak, tek merkezli ve zorbalık üzerine kurulu bir yönetim anlayışını kurumsallaştırmıştır. 

Bu dönüşüm, görünüşte İslam dünyasını birleştirmek amacıyla yapılmış olsa da, derin yapısal sonuçları bakımından Türk milletine yönelik bir kırılma noktası olmuştur. Halifeliğin Osmanlı sultanlığıyla birleşmesi, devletin kimliğini bir Türk devleti olmaktan çıkarıp İslam ümmetine liderlik iddiası taşıyan bir yapıya büründürmüştür. Bu değişimle birlikte devletin meşruiyeti artık Türk töresi ve devlet geleneğinden değil, "dini otorite" üzerinden kurulmaya başlanmıştır.

Bu süreç, yalnızca ideolojik bir değişimle sınırlı kalmamış; aynı zamanda Anadolu coğrafyasında, Türklere ve Türk kimliğine karşı adeta bir savaş başlatmıştır. Özellikle Bektaşi Türkleri başta olmak üzere, farklı mezheplere-inançlara sahip tüm Türklere yönelik rejimin askerleri tarafından ağır askerî ve siyasî operasyonların da fitilini ateşlemiştir. Yavuz’un taht sevdası ve bu savda uğruna giriştiği Şah İsmail mücadelesi, yalnızca iki Türk devletinin savaşı değildir, aynı zamanda  sınırları içinde yaşayıp da ve yavuza biat etmeyi ret eden yüzbinlerce Türkün ve Türkmen’in “iç düşman” ilan edilmesine neden olmuştur.

Bu bağlamda, Yavuz döneminden itibaren başlayan mezhepsel temizlik ve siyasi bastırma politikaları, ilerleyen yüzyıllarda da devam etmiş; Osmanlı’nın askerî gücü, Türk halkının önemli bir kesimine karşı kullanılmıştır. Bu iç baskı dönemi, bazı yorumlara göre yaklaşık 100 yıl süren sistematik bir kıyım ve sindirme sürecine dönüşmüştür. Ne var ki bu kanlı tarihsel sürecin gerçek mahiyeti, genellikle ya “etnik isyanlar” ya da “ekonomik sorunlar” şeklinde çarpıtılarak anlatılmış; dinî temelli ayrımcılık ve şiddetin üzeri örtülmüştür.

Osmanlı’nın İslam dünyasındaki liderlik iddiası uğruna yürüttüğü bu iç politikanın faturası doğrudan Türk milletine çıkmış, Türk milleti kendi öz topraklarında esir düşmüş zulüm görmüş, köyleri dağıtılmış, mezhebi yaftalanmış ve kimliği zayıflatılmıştır. Tüm bu olan biten, tarih kitaplarında çoğu zaman ya görmezden gelinmiş ya da “dini birlik ve beraberlik adına yapılması gerekenler” şeklinde meşrulaştırılmıştır.

Bugün bu süreci yeniden ele almak, geçmişin sorgulanması ve Türk milletinin tarihsel hafızasının iadesi açısından büyük önem taşımaktadır. Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Osmanlı’ya taşıması bir güç gösterisi olarak sunulsa da, bu adımın uzun vadeli etkileri Türklerin kendi iç bütünlüğünü zayıflatan, Türk milletinin devlet üzerindeki etkisini törpüleyen ve en korkuncu Türk nüfusunu eriterek yok eden bir sürecin başlangıcı olmuştur.

Buna karşın, Türk tarihinin akışını değiştiren ve bu iç sarsıntılara karşı milletin ruhunu yeniden ayağa kaldıran isimlerin başında, hiç kuşkusuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk gelir.

Atatürk: Türk Milletinin Tarihsel Hafızasında Doğan Bir Kurtarıcı

Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Osmanlı’ya taşımasıyla başlayan süreç, Türk milletini devlet içindeki asli kimliğinden uzaklaştırmış; Türk milleti, dinî gerekçelerle bastırılmış, devlet ise giderek halktan kopan bir saray rejimine dönüşmüştür. Bu baskıcı yönetim anlayışı, yalnızca mezhepsel ayrışmaları değil, aynı zamanda Türk milletinin akıl ve iradesini temsil eden geleneksel devlet anlayışının zayıflamasını da beraberinde getirmiştir.

Dört asır süren bu dini ve siyasi tutsaklık, Türk milletinin hafızasında derin yaralara yol açmış ve bu derin yaralar derin bir arayış yaratmıştır. Türk Millet artık sadece bir kurtarıcıyı değil, aynı zamanda kendi öz benliğini, aklını, töresini ve özgür iradesini temsil edecek bir Önder beklemektedir.

Ve o Önder, Gazi Mustafa Kemal Atatürk Olmuştur

Atatürk, Türk milletinin yüzyıllardır birikmiş özlemini, bilincini ve tarihsel hafızasını temsil eden bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştır. Onun sahneye çıkışı bir tesadüf veya  "tepeden inme" bir devrim değildir. Tam tersine, Türk milleti onu görür görmez tanımış, geçmişin acılarını, bastırılmışlığını ve kimlik mücadelesini Atatürk’ün şahsında yeniden diriltmiştir. Bu yüzden Türk milleti ona tereddütsüz güvenmiş, etrafında kenetlenmiştir. Türk milleti, Atatürk'ü yalnızca bir asker ya da siyasi bir lider olarak değil;  “akıl önderi” olarak benimsemiştir. 

Ve ayrıca, Cumhuriyetin ilanı da öyle iç düşmanların manipüle ederek anlattığı gibi bir gecede masa başında alınmış bir karar hiç değildir. Cumhuriyeti kurma hayali Türk milletinin onlarca yıllardır içinde taşıdığı özgürlük arzusunun kurumsal bir ifadesidir. Atatürk bu iradeyi yalnızca dile getirmiş ve Türk milletinin zaten içinde büyüyen bu sesin sesi olmuştur.

Bugün hâlâ bu sesi bastırmak, bu tarihi gerçekliği çarpıtmak isteyenler Atatürk’ü karalamaya çalışsa da, Türk milleti Ulu Önder Atatürk'ü neden sevdiğini, neden sahiplendiğini çok iyi bilir. Çünkü Atatürk, sadece bir askeri deha ya da Cumhuriyeti ilan etmiş siyasi bir lider değil; Atatürk, Türk milletinin binlerce yıllık çelikleşmiş iradesini temsil eden ve emperyal tarihe verilmiş tarihsel bir cevaptır.

Demokrasi mi? Hukuk mu?

 Hukukun olmadığı yerde demokrasi canavara dönüşür

Bugün dünyada “demokrasi” en yüce değerlerden biri olarak sunuluyor. Ancak çoğu zaman gözden kaçan gerçek şudur: Hukukun olmadığı bir demokrasi, toplumları özgürleştirmek yerine yok eden bir canavara dönüşebilir.

Demokrasi ve Hukukun Kesişimi

  • Demokrasi, halkın iradesini yansıtır; ama bu irade hukukun güvencesi olmadan yozlaşır.

  • Hukuk, toplumun temel koruyucu kalkanıdır. Hukukun üstünlüğü olmadan seçim sandığı yalnızca iktidarı ele geçirme aracına indirgenir.

  • Eğer bağımsız yargı yoksa, demokrasi adı altında ele geçirilen devlet yönetim mekanizması, halk egemenliğini yok edecek bir silaha dönüşür.

Demokrasi Neden Tehlikeli Olabilir?

  • Suçluların meşruiyet kazanması: Sandık yoluyla eli kanlı katillerin, bölücü teröristlerin, organize suç baronlarının “siyasetçi” kimliği kazanması mümkündür.

  • Devlet yönetim aygıtının ele geçirilmesi: Demokrasi, hukuka dayanmadığında devlet, bireyleri koruyan bir mekanizma olmaktan çıkar; tam tersine onları ezen bir silaha dönüşür.

  • Toplum mühendisliği: İktidar, toplumun doğal yapısını parçalayarak yerine biat eden “köle ruhlu” topluluklar inşa etmeye yönelebilir.

Çıkış Yolu: Hukuk Devleti

  • Hukukun üstünlüğü: İktidar kimde olursa olsun, mutlak sınır hukuktur.

  • Yargı bağımsızlığı: Yargı siyasetin gölgesine girdiğinde toplum adalet duygusunu kaybeder.

  • Hak ve özgürlüklerin teminatı: Halkın egemenliğini koruyacak tek güç bağımsız hukuk mekanizmasıdır.

Sonuç

Demokrasi kutsal bir kavram gibi sunulabilir; ama hukuk zemininden koparıldığında toplumları felakete sürükleyen bir canavara dönüşür. Bu nedenle, asıl savunmamız gereken şey “demokrasi” değil, hukukun üstünlüğüdür. Ancak hukuka dayalı bir yönetim biçimi, halkın özgürlüğünü ve egemenliğini gerçek anlamda güvence altına alabilir.

Türkiye Genişliyor, Türk Milleti Küçülüyor

 Genişlemek başka bir şeydir, büyümek başka…

Topraklar genişleyebilir, sınırlar uzayabilir, haritalar kabarabilir. Ama millet, aynı hızla büyümez. Hatta çoğu zaman tersine küçülür, incelir, erir.

Bugün Türkiye genişliyor. Ama Türk milleti büyümüyor. Aksine, gözlerimizin önünde küçülüyor, kayboluyor.

Genişleyen Türkiye, Ezilen Türk Milleti

Diplomasi masalarında adımız var, ordumuz sınır ötesinde, devletimizin sesi yükseliyor. Ama köylerimiz boşalıyor, şehirlerimiz kimliksizleşiyor, Türk nüfusu azalıyor.
Çocuklarımız tarikatların insafına terk edilmiş, kendi dilini, tarihini, kültürünü unutarak Arapçı, ganimetçi bir ahlaksız ve kafa kesen bir cihatçı olarak büyüyor.

Türkiye  genişledikçe, Türk milleti adeta sinek misali küçülüyor ve eziliyor. Ezildikçe de yokluğa doğru daha hızlı sürükleniyor.

Büyümek Ne Demektir?

Büyümek, sınır çizgileriyle olmaz.
Büyümek, ilimde, ahlakta, sanatta, üretimde, bilimde ve birlikte olur.
Büyümek, milletin yüreğinin, zihninin, iradesinin güçlenmesidir.
Bir devletin haritası genişlerken, eğer milletin ruhu küçülüyorsa, işte orada büyük bir çelişki vardır.

Bugünün Çelişkisi

Biz bugün, genişliyoruz ama büyümüyoruz. Genişleyerek, küçülüp yok oluyoruz. 

  • Ordumuz başka topraklarda caka satarken, kendi anavatanı  istilaya uğramış, kendi milleti yok ediliyor, nüfusu eritiliyor.

  • Sözde dünyaya açılıyoruz, ama kendi milletimiz açlıktan ölüyor.

  • Betonlarımız yükseliyor, ama Türk milleti alçaldıkça alçalıyor.

Milletin kalbi daraldıkça, millet bir sinek gibi küçülüp yok oluyor. Bu durumda sınırların genişlemesinin kime ne faydası var, kimin için?

Uyanış Çağrısı

Türk milleti, varlığını haritalarla değil; kalemiyle, diliyle, çocuklarıyla, birliğiyle koruyabilir.
Eğer kendi kimliğimizi, dilimizi, değerlerimizi koruyamazsak; en büyük ordular, en geniş topraklar bile bize varlık kazandıramaz.

Bugün yapılması gereken, gerçek büyümeyi yeniden hatırlamaktır.
Gerçek büyüme, Milletin büyümesi ile refahının yükselmesi ve milli kimliğinin önemini anlamasıyla  olur.

SİRİUS'un ÇOCUKLARI / Sistemi Sarsan Bir Hafıza Yolculuğu

 

SİRİUS’un ÇOCUKLARI, geçmişle gelecek arasında sıkışmış bir toplumun ve kendi hafızasını korumak için savaşan bir çocuğun, bir genç kızın, hikâyesini anlatıyor.
Kayra, yetimhanede başlayan karanlık bir programın hedefi olur. Çocukların hafızalarını silip onları itaatkâr bir nesle dönüştürmeyi amaçlayan gizli örgüt AKSİS’e karşı, sadece kendisi için değil, susturulmuş bir halkın belleği için de ayağa kalkar.
Toplumsal travmalar, psikolojik manipülasyonlar ve hafızaya karşı verilen bir direnişin içinde, okur hem bireysel hem de kolektif hafızanın nasıl dönüştürüldüğüne tanık olur.
Bu roman, unutmaya zorlananların suskunluğuna karşı güçlü bir hatırlama çağrısıdır.


Duyarsızlığın Öldürdüğü İnsanlık

 Geçtiğimiz günlerde Amerika’da yaşanan korkunç bir olay, insanlığın ne kadar büyük bir çöküş yaşadığını bir kez daha gösterdi. Ukraynalı genç bir kız, toplu taşıma aracında hunharca katledildi.

Evet, bu tek başına dehşet verici. Ama daha korkunç olan neydi biliyor musunuz? Orada bulunan insanların sessizliği. Gözlerinin önünde bir insan öldürülürken oturup seyrettiler.

Duyarsızlığın Gölgesi

Bir insanın ölümüne tanık olmak bile ağırdır. Ama seyirci kalmak, işlenen suça dolaylı yoldan ortak olmak demektir.
Bugün toplumların en büyük hastalığı bu: duyarsızlık.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı, insanlığı çürütüyor.

Neden Seyirci Kaldılar?

  • Korku mu?

  • Umursamazlık mı?

  • Yoksa “ben karışmam” rahatlığı mı?

Sebebi ne olursa olsun, bu sessizlik aslında insanlığın can çekiştiğinin kanıtıdır.

Asıl Sorumluluk

Bir insan göz göre göre öldürülüyorsa ve diğerleri sadece bakıyorsa, o cinayeti sadece katil değil, seyirciler de işlemiş sayılır. Çünkü sessizlik, şiddetin en güçlü besinidir.

Çağrım

Bu olay yalnızca Amerika’da yaşanmış bir trajedi değil. Bu, bütün insanlığa ayna tutan bir tablo.
Artık susmamalıyız.
Artık görmezden gelmemeliyiz.
Çünkü bir gün seyirci kalınan kötülük, bizim kapımıza dayandığında çok geç olabilir.

Savaşlar Kimin İçin? Dünya Liderleri ve İnsanlığın Tükenişi

 

İnsanlık tarihi boyunca savaşların hep bir bahanesi oldu: vatanı korumak, güvenliği sağlamak, halkı savunmak… Ama gerçekte savaşların bedelini kim ödedi? Yine halk. Canıyla, kanıyla, geleceğiyle…

Bugün de manzara çok farklı değil. “Dünya liderleri” diye adlandırılan kişiler, ülkelerinin çıkarlarını koruduklarını iddia ediyor. Oysa ortaya çıkan tabloya bakınca sormadan edemiyorum: Gerçekte kimin için savaşılıyor?

Liderlerin Söylemi ve Halkın Ödediği Bedel

  • Putin, Rusya’yı korumak adına Ukrayna’ya savaş açtı. Ama sonuç ne oldu? Yüz binlerce genç Rus hayatını kaybetti. Rusya’da neredeyse bir nesil yok edildi. Halkın geleceği zedelenirken, iktidar ayakta kaldı.

  • Netanyahu, İsrail’i korumak adına yıllardır süren çatışmaları “güvenlik” söylemiyle meşrulaştırıyor. Ama İsrail'de neredeyse İsrailli kalmadı ve İsrail toplumunun ruhu paramparça oldu. Güvenlik adına milletler yok ediliyor ve travmalar büyüyor.

  • Türkiye’de ise resmi olarak savaş ilan edilmedi ama “terörle mücadele” ve “güvenlik” adı altında 100 binlerce asker ve milyonlarca sivil Türk kayboldu, milyonlarca hayat etkilendi. “FETÖ ile mücadele” adı altında Türklere yapılan soykırım örtbas edildi. Bu etiketle Türk toplumun büyük bir kısmı kendi devletine yabancılaştırıldı. Yani ortada yine aynı acı gerçek var: bedeli millet ödüyor.

Sözde Bu Liderler, Gerçekte Kim?

Bu liderler kendilerini milletin sesi gibi gösteriyor ama çoğu zaman halktan çok güç dengelerinin ve çıkar odaklarının sözcülüğünü yapıyor. Silah sanayii, küresel ekonomi, ideolojik hesaplar… Hepsi görünmez bir ağ gibi kararların arkasında. Yani “lider” diye bildiğimiz kişiler, aslında daha büyük güçlerin taşeronu olabiliyor.

İnsanlığın Tehlikede Oluşu

Savaşlar sadece cephede insan öldürmüyor; toplumların geleceğini de yok ediyor.

  • Genç nüfus yitiriliyor.

  • Milyonlarca insan göçe zorlanıyor.

  • Ortak hafızalar parçalanıyor.

  • Çocuklar geleceksiz bırakılıyor.

Bu yüzden asıl tehlike, insanlığın biyolojik olarak değil, toplumsal ve kültürel olarak tükenmesi.

Çıkış Var mı?

Tarih bize şunu gösteriyor: Gerçek değişim, çoğu zaman “büyük liderlerden” değil, uyanmış bireylerden ve harekete geçen toplumdan geldi. İnsanlık ailesi ancak birbirine sahip çıkarsa, devletlerini evrensel hukukun üstünlük ilkesiyle savunur ve korursa ancak, bu gözünü kan bürümüş liderlerin çıkar oyunlarını aşabilir.

Belki de artık şu gerçeği hatırlamanın zamanı: Savaşlar liderlerin değil, halkın sırtına yüklenmiş bir yüktür. Ve insanlık kendi iradesine sahip çıkmadıkça, bu sırtına yüklenen yük hep ağırlaşacaktır.

SİRİUS'un ÇOCUKLARI

SİRİUS’un ÇOCUKLARI – Sistemi Sarsan Bir Hafıza Yolculuğu

 Hayatınız boyunca sırtınızda taşıdığınız, fakat size ait olmadığını bildiğiniz duyguların aslında kimden ve nereden geldiğini hiç düşündünü...